Yalova Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Yalova Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Yalova Mutlu Son tüm benliğimi feda etmek istemiyorum.” tüm bunları düşünüyor, yine de Jacques’a duyduğum aşkın dalgalarına kapılmaktan kendimi alamıyordum. Kırk senenin başında ve kaçamaklı cümlelerle kendi kedime “O bana nazaran değil” diyebiliyordum sadece. Aşkın ve mutluluğun bana göre olmadığını, benim aşkla, mutlulukla alışverişim olamayacağını söylemeyi yeğ tutuyordum. Meydana gelenleri, aklımdan geçenleri, sanki önüne geçilemez, değiştirilemez olaylarmış gibi, garip bir biçimde aktardım günceme.

Yalova Mutlu Son oluşan gerçekleri isteyip istememekte, benimseyip benimsememekte özgürmüşüm, ama bunların uygulanmasını değiştiremezmişim şeklinde bir tavrım vardı. “Jacques’la beraber bir yaşamın bana mutluluk vereceğine, her geçen gün biraz daha azca inanıyorum” demek yerine, “Mutluluktan her geçen gün biraz daha korkuyorum” yahut “Mutluluğa evet veya hayır demek beni aynı oranda mutsuz kılıyor” yahut “Onu en çok sevdiğim anda, ona duyduğum aşktan o denli ,çok nefret ediyorum” diye yazıyordum. Jacques’a olan aşkımın, beni onun karısı olma tuzağına düşüreceğinden korkuyor ve geleceğin Madam Laiguillon’unu bekleyen yaşam seçimina var gücümle karşı koyuyordum. Jacques ise, çoğunlukla kaprisliydi.

Yalova Mutlu Son

Yalova Mutlu Son gülümsemelerle bakardı yüzüme; anlamlı bakışlarla bana dönüp, “Yeri doldurulamaz kiYalovar vardır” derdi. Gene ona gitmemi, kısa süre içinde görüşmemizi isterdi; sonrasında da buz şeklinde bir tavırla karşılardı beni. Mart başlarında hastalandı. Birkaç kere onu yoklamaya gittim. Ne vakit gitsem, baş ucunda teyzeler, amcalar, neneler oluyordu. Bir seferinde “Yarın yine gel de, rahatça konuşabilelim” dedi. Ertesi gün Montparnasse Bulvarı’na doğru yürürken, her zamankinden daha heyecanlı, daha duyguluydum. Bir demet menekşe aldım, elbisemin yakasına iğneledim, iğneyi bir türlü becerip de takamadım; bu arada çantamı yitirdim, içinde pek bir şey yoktu; ama bu olanlar, Jacques’lara sinirim burnumun ucunda bir durumda gitmeme yetti de arttı bile. Gün süresince, Jacques’la perdeleri inik, loş odasında başbaşa mevzuşacağımızı düşleyip durmuştum.

 

Oysa, odasına girdiğimde, yalnız değildi; yatağın yanında Lucien Riaucourt oturuyordu. Daha önceden tanışıyorduk onunla. Zarif bir delikanlıydı. Güzel konuşurdu. Birlikte gittikleri barlardan, oralarda tanıdıkları kiYalovarden söz ediyorlardı. Konuşmalarını sürdürdüler. Ertesi hafta buluşup, bir bölgelere gitmeye karar verdiler. Kendimi, orada fazla ve istenmeyen bir kişi olarak görüyordum. Benim param yoktu, geceleri dışarı çıkamıyordum, Jacques’ın gerçek yaşantısında yeri olamayacak zavallı bir öğrenciden başka bir şey değildim ben. Üstelik, Jacques da hiç iyi bir havada değildi o gün. Bana karşı alaylı, hatta neredeyse saldırgan bir tavrı vardı, ilk fırsatta kaçtım oradan. Jacques da bayağı sevindi gidişime. Öfkeden titriyordum; ondan nefret ediyordum. Hem, ne özelliği vardı Jacques’m? Bu kadar büyütmeme, önemsememe değecek nesi vardı? Onun gibi yüzlerce adam vardı ortalıkta. Onun bir çeşit Grand Meaulnes olduğunu düşünmekle yanılmıştım. Tutarsız, bencil biriydi. Sadece kendi isteklerini, kendi zevklerini, kendi eğlencesini düşünürdü. Onun yaşamından tümden kopmaya karar vererek sokaklara vurdum kendimi. Ertesi gün, yatışmıştım. Fakat, onun evine uzun süre ayak basmamaya eminydım. Sözümde durdum ve onu, ancak altı hafta sonra gördüm. * * * Felsefe, ne göklerin kapısını açmıştı, ne de toprağa bağlamıştı beni.